Lyubomir Levchev is widely regarded as the pre-eminent living poet of Bulgaria, and one of the iconic poets of Eastern Europe. He was born in Troyan, Bulgaria, in 1935 and graduated from the University of Sofia. After the de-Stalinization of Eastern Europe in the 1950's Levchev came to the fore as one of the 'April generation' of young poets breaking out of the rigid realism of the Soviet era. His artistic radicalism was frowned on by the authorities initially, and he was sent into 'internal exile' for a period. Rehabilitated, he began to take an active part in the cultural life of the Bulgarian capital and served the literary community in a number of capacities including as Chairman of the Union of Bulgarian Writers, as first Deputy Minister at the Ministry of Culture, and as editor of the literary magazine, Orpheus.

He married the artist, Dora Boneva, and they had two children, the poet Vladimir Levchev and the artist Marta Levcheva.

Lyubomir Levchev and his wife, the artist Dora Boneva

During the Cold War period Levchev used his status to organise a series of Writers Conferences that opened Bulgaria to cultural influences from abroad. Major writers came from all parts of the world, brought their work and their ideas, and departed with Bulgaria in their hearts. Such was the charisma of the organising spirit, Lyubomir Levchev. One such writer was the former US Poet Laureate, William Meredith, who with his partner and fellow poet, Richard Harteis, became so enamoured of Bulgaria and so involved in cultural exchange between the US and Bulgaria that they were eventually awarded honorary Bulgarian citizenship. Meredith and Harteis introduced many Bulgarian writers to US readers. And Levchev paid a prolonged visit to Connecticut while his wife was Artist-in-Residence at the Griffis Arts Centre in New London.

The collapse of Communism in 1989 had a profound effect on Levchev, who was and remained a conscientious socialist. As someone involved in the establishment during the Soviet era he initially suffered the backlash of public opinion. But he did not recant, like so many others declaring that they were now converted 'free-marketeers'; he 'did not flee Pompeii'; instead he withdrew into the integrity of his own beliefs and his own vision. And soon public respect for his integrity not only returned but multiplied a hundredfold.

Levchev has written 50 poetry collections in the Bulgarian language, and 70 books in translation in 34 countries. The honours and awards that have been bestowed on him for his poetry over the years are many, too many to fully enumerate. But they include: Member of the European Academy of Science, Art, and Culture; the Gold Medal for Poetry of the French Academy and the honorary title of 'Knight of Poetry' from the French Government (1985); the Medal of the Venezuela Writers' Association (1985); the Máté Zalka and Boris Polevoy awards, Russia (1986); the Grand Prize of the Alexander Pushkin Institute and the Sorbonne (1989); the Fernando Rielo World Prize for Mystical Poetry (1993); the Golden Wreath of the Struga Poetry Evenings, Macedonia (2010); the Bulgarian State Award, Order of the Balkan Mountains 1st Class (2006).

    At the presentation of the 'William Meredith Award' to Lyubomir Levchev are, from left, Richard Harteis (poet and President of the William Meredith Foundation), Nancy Frankel (artist), Dora Boneva, Valentin Krustev (poet and translator of 'Green Winged Horse') and Lyubomir Levchev



Citations


    I am reading Lyubomir Levchev's poetry and I imagine that life is a dove that hides death in one of its wings, and love in the other. And sometimes between death which is absence and love which is presence, sways the reed stalk we call man. Here though it is reed that does not rationalize as Pascal teaches us, and is rather reed absorbed in exhilaration, as mystic Al-Nafari suggests. The space of poetry is the wide wilderness, the endless sands - between being and nothingness.
      - Khader Salfis, introduction to Magnolia, a collection of Levchev's poems in Arabic.
    Levchev is a world-class poet of irony, historical depth, humour, and great compassion, watching with wistful amusement, as in his celebrated 'Roofs', while the world shifts beneath his feet.
      - John Balaban
    People in the streets of Bulgaria greet their national poet 'Lyubo' with love and respect. In him the word 'poet' and 'conscience' are twins.
      - Yevgeny Yevtushenko
    Lyubomir Levchev, the poems you write are written by the sky and the street and the old people who died 400 years ago and the little kids who will be born 400 years from now and they are poems of profound joy and swift sorrow.
      - William Saroyan
    One of the greatest achievements of the Bulgarian poet Lyubomir Levchev is his ability to rise above the ordinary purpose and the small elements - things as insignificant as a pair of shoes or a drop of blood - up to the endless poetic heights.
      - Fernando Rielo, from citation for the World Mystical Poetry Prize



      Levchev's career represents a lifetime of verbal mastery and careful observation. His speech is informed by a metaphorical vision of great beauty and power. It is a unique voice, that of a poet, like his native Bulgaria, caught between past and future, East and West, who ultimately transcends these polarities. At various times sad, bemused, giddy, mystified, awestruck, and wise, it is often a lonely voice; and when there is no audience, he is content to sing to the stars. Like Shelley or other great Romantics, he speaks to us directly, a lyrical leap of space and time. In the East it is said that 'between one person and another there is only light'. The world is brighter for the light that shines in this work.
        - Richard Harteis, from Green Winged Horse which was honoured with the William Meredith Award for Poetry.

      Links



        In Sofia celebrating the centenary of the Bulgarian Writers Union, (from left) Peter Curman, Swedish poet, Dora Boneva, Lyubomir Levchev, and Jack Harte, Irish writer


      Bir zamanlar reşit olmayan
      bir cadı kesti yolumu.
      Başka bir şey olamaz
      böylesi bir güzellik.
      Sendin o…
      Bir şey içirdin bana
      sadık kalmam için sonsuza dek,
      sana adanmış,
      senin.

      Anımsar mısın
      öpüşme oyunlarımızı?
      Aşk oyunlarımızı
      anımsar mısın?
      Ve gerçek öpüşlerin bunlar olduğunu,
      gerçek aşkın bu olduğunu
      anlamaya kalmadan
      oyun bitti,
      sevgilim!
      Bitti!

      Salt bir el gibi düştü elim.
      Kanat olmaktan çıktı.
      Yatak da sadece yataktı.
      Gökyüzü-
      yüzünü yitirdi.
      O halde nedir şimdi
      bizi böylesi kenetleyen,
      esriten,
      içimizi
      yangın yerine çeviren?
      Nasıl adlandıralım?
      Söyle!
      Belki de aşk ötesi…

      Bir kalp atıyor, duyuyorum,
      delice, yaman.
      Ancak o denli yakınız ki,
      bilemiyorum sevgilim -
      benim kalbim mi bu
      yoksa seninki mi?


        1974

        Stefan Danailov’a

      Öyle kolay ki sevdalanmak
      yirmi yaşında.
      Vazgeçilen olmak da
      öyle kolay…

      Rüzgarlarla sevişirdim ben.
      Öperdim yağmurları.
      Yuvarlanıp giderdim şehvetinde
      çiyli çayırların.
      Ve her düşüşümde veda dipsizliğine,
                     öleceğimi sanırdım.

      Ancak kurtarırdı beni
      gün ışığının diri ağları.
      Zıplardım üstlerinde
      çocukların karyolada hopladığı gibi.
      Ve gülüyordu yüzüm,
      serinliğiyle dökülen gözyaşlarımın.
      Büyü gibi kızlar
      dönenirdi çevremde.
      Olasıya duyumsardım özgürlüğü
      ayrılık acısının ertesinde.

      Öyle korkunç ki
      kırk yaşında sevdalanmak!
      Öylesi korkunç ki
      vazgeçilen olmak!

      Veda yoksa.
      Büyü yoksa.
      Gözyaşı yoksa.
      Özgürlük getirmez ayrılık.
      Ve ölmüyorum da, sanırım.


        1976


      Gecenin kaputu büyük bana-
      ikimizi de örter ve sürüklenir yerlerde.
      Silecek izimizi ve salt sözlerimiz kalacak geriye
      gezginlik etmek ve bazen buluşmak üzere.

      Veda ettiğim olmuştu silahlara
      öyle ki, Tanrı
      beni belleyecektir dedim.
      Ancak hiçbir zaman hiçbir askeri hastaneye girmedim.

      Kazak kadınlarının
      göz kapakları kılıcından geçmiş,
      yuvarlanmışımdır suskun, zehirli Don kıyısında.
      Ancak hiçbir zaman hiçbir askeri hastaneye girmedim.

      Yıldızlar, kumullar ve veba içinde
      yaman ressam Groh ile
      dalıp gitmişimdir şanlı hülyaların süzülüşüne.
      Ancak hiçbir zaman…
      Yine de dün, her şeye karşın,
      revirdeydik biz seninle.

      Kaputun altında -
      pıhtılaşan ve şimdilik dökülmemiş kan birikintileri arasında
      pis bir su birikintisi gibiydik biz de.
      İrinli sargı bezleri ve “heavy metal“zincirleri arasında
      sarılmış yatıyorduk, yok, kenetlenmiştik birbirimize.

      Ölümcül yaramı tıkamıştın öpüşünle
      ve akmaktaydı yüreğim
      ne kaosa, ne zifiri karanlığa,
      sana akıyordu,
      aydınlık,
      ışık uçurumum benim!

      Dibine. Oraya saklanmak istiyordum.
      Titriyorduk ikimiz de.
      Bağırmaktaydı dibimizde
      kör, topal, afyonlanmış, ölüme yazgılı olanlar…
      Ölüm öncesi bir çığlıktı kusulan:
      “Allons enfants! Allons enfants!”
      “Egalite!”, “Fraternite!”
      Dizleri kesilen bahriyeli
      son bir coşkuya çağırıyordu:
      “Ayaklanın aşağılanmış paryalar!”
      “Rot front!”- yumruğunu kaldırıyor kolsuz biri.
      “Avanti popolo!”
      “No pasaran!”
      “Stalin için, vatan için!”
      “Stalin için, vatan için!”
      “Stalin için!”-
      bağırıyordu ceza mangası,
      onlar da, Ötekiler de
      otuz milyonluk gömüte gömülenler de.
      “Partia o muerte!”
      “Venseremos!”

      Kim bilir, ben de artık kör biriyimdir.
      O yüzdendir delicesine okşamam seni.
      Braille yazısı okur gibi heceliyorum tenini: “Bağışla!”
      Sense fısıltıyla: “O değil! Bana ötekini söyle!
      Gene söyle!”
      Mahküm gibi bağırıyorum: “Seviyorum seni!”.
      Nasıl haykırılırsa son söz, öyle.

      Kaygılanma, bu yirminci yüzyıl reviridir,
      kimsecikler duymaz bizi
      bu bağırtı, inilti, kargış ve hırıltı
      ve kalakalan suskunluk içinde.

      Yarın mezarcılar benim için geldiklerinde,
      dile gel yeniden ve beni yaktığını söyle.
      De ki: “Öyle istedi, ayrı yakılmayı yeğledi”.
      Senin ateşinden olduğunu söyleme.
      Adım Ötekilerle yan yana durabilir anıt tepede…
      Ancak o da fazla.
      İyisi mi, sen
      sonuna dek
      hiçbir zaman hiçbir askeri hastanede olmadığımda diret.


        1989


        Radoy Ralin’e yeniden


      Mareşal geçti.
      Beğenmedi kenti.
      Tanklar geçti.
      Kamyonlar geçti…
      Ve geriye kırık dökük yol kaldı sadece.
      Yüz tane de yaralı at.

      Duygusal bir komutanın
      acayip bir davranışıydı-
      özgürlüğü ve barışı
      sunmuştu
      koşulu hayvanlara…
      Üstelik savaş açlığının kol gezdiği
      bir zamanda.

      Zarif sirk oyuncuları değildi bu atlar,
      ne de ince bilekli steepelchase* koşucuları.
      Savaş atlarıydı.
      Silah seslerinden sağırlaşmış.
      Ateşten gözleri kamaşan.
      Onurlu, alnı ak atlar.

      Yaman yaralarıyla taçlanmış olarak,
      otlarlardı meyve bahçesinde usul usul.
      Ve ayin yapar gibi ağır ağır
      taş tekneden
      içerlerdi şaraplı ekmeği**
      cennete gitmeden
      önce.

      Hiç kimse nallamıyordu artık onları.
      Yalnız akşam bülbülleri şakırdı onlar için.
      Yalnız ve yaşlı bir er bırakılmıştı
      korumak için onları
      ve tıpkı onlar gibi ömrünü tamamlamaya uğraşan.

      Ailesi çoktan öldürülmüştü erin.
      Hiçbirinin cenazesini görememişti.
      Ve şimdi
      atları gömüyordu
      efsanedek o yarı at yarı insan gibi.
      Bir el ateş edip
      haç çıkartıyordu.

      İşte orada-
      saman kulübenin önünde.
      Giyinip kuşanmış.
      Tüm madalya ve nişanlar göğsünde.
      Nice kanlı dramlardan
      geçmiş atlarla.
      Ve nice acıları kapatmış
      sade gururunun altına.

      Biz çocuklar, ağabey ve babalardan çalıntı,
      kibrit ve sigara getirirdik ona.
      Armağan kabul etmediğinden
      yanına bırakırdık,
      otların arasına.

      Ancak binicilik tutkumuzu kabul ederdi.
      Tehlikeye olan tutkumuzu.
      Yasaklara olan tutkumuzu…
      Ve bir baş işaretiyle
          her birimizin atını gösterirdi
          ayrı ayrı.

      Yalın ayaklarımızla,
      tırmanırken yelelerine
      usulca yalardı
      bizi yaralı atlar.
      Ve ağırdan yekinirlerdi
      uygun adım,
      onlar son,
      biz ilk defa -
      mutlu.

      ……

      Uzun yaşadık,
      ancak ihtiyarlamadık ve öldürmediler bizi.
      Ve şimdi
      duyduğumda
      Şiva’nın yeniden
      dans ettiğini,
      inlemesini de duyuyorum yüreğimin
      uzaktan ve sessiz.
      -       Sağaltamayız kendimizi Kaptan, anlamsız!
      Tenimiz at sucuğu için bile uygun değil.
      Ve bu son çatışmadan da sağ çıkarsak,
      acayip ve tehlikeli bir davranışla, derim-
      bizi cennetten önceki bahçeye bırak
      serbest ölelim.

        *steeplechase- at yürüyüşü
        **şaraplı ekmek- Hristiyanlıkta şarap ve ekmek yenilerek İsa ile birleşme manasında uygulanan dini tören.


        1989


      Bir zamanlar,
      ekmeğin satıldığı yeri
      bilmiyor diye kızıyordum oğluma.

      Oysa şimdi…
      Ekmek satıyor o.
      Amerika’da.
      Washington’da.
      Hafta içi ders okutuyor
      üniversitede.
      Geceleyin şiir yazıyor.
      Cumartesi ve pazar günleri ise
      ekmek satıyor
      Nebraska ile Connecticut’ın kesiştiği yerde.

      Çölleşmeye durmuş Bulgar tarlası.
      Bir türkünün bitişi gibi yitiyor
      orak biçerek
      nice kuşakları beslemiş
      o esaslı kadınlar.
      Melodram sergilemekte politikacılar:
      “Buğdayımızı kim çaldı!?”
      Ancak ekmek ile insan arasındaki benzerlik
      kalıcıdır, gizlenir-
      farklı adlar,
      farklı tatlar,
      pek tabii farklı fiyatlar altına.

      Oğlum sandviç ekmeği satıyor,
      biberiyeli pide, zeytinli hamurdan,
      kekikli poğaçalar,
      İspanyol semolina’sı, susamlı,
      cevizli,buğday ekmeği,
      kuru üzüm serpilmiş üzerine,
      İtalyan paine bello’su,
      mayalı süt ve zeytinyağıyla karılmış paladin,
      mısır ekmeği ve kabak çekirdeklisi,
      Türk ekmeği ve bulut ekmekleri…
      Bir tek Bulgar ekmeği ile bayat ekmek eksik!

      - Her gün satılmayan ekmekler kalıyor. -der oğlum.-
      Akşam yemeği için veriyorlar bize de.
      Torbalara alıyorlar kalanı...
      Ve atılır…

      Yorgunluğun kucağına düşüyor oğlum.
      Amerika rüyasına teslim ediyor ekmek onu.
      (Bu sözcükler “Amerikan Rüyası” da demek aynı zamanda.)
      Tehlikeli kargışı hale gibi kuşanmakta!

      Şayet benim de bir rica hakkım kaldıysa-
      Tanrım, son bir dileğim olacaksa,
      istediğini yap oğlumun!
      Sonra evlatlık bile edinebilirsin onu!

      Sofya’da
      alacakaranlıkta
      yaşlı kadın gölgeleri dolaşıyor.
      Çöp kovalarını kurcalar, ekmek ararlar.
      Birini gösterdiler-
      Bulgarca ve Tarih öğretmeniymiş.
      “Öfkelenme hemen, patlama,
      kendine aramıyor ekmeği.
      Köpek ve kuşları besliyor.” - dediler.
      Benim bu sözlerim de
      köpek ve kuşlara yem değil mi…

      Tanrım!
      Niçin yaşıyorum!
      Niçin dolaşıyorum Rodoplar’da bir başıma?
      Niçin eğiliyorum şu kör kuyuların dibine?
      İnsanların kapattığı mağaraları niye eşeliyorum?
      Niçin akşam ediyorum,
      senin terk ettiğin onca sunak yerinde?

      Ölmeyi unutmuş
      ama ekmeğin tılsımını bilen
      son büyücünün melce yolunu
      arıyorum ben.
      Ancak bugün satılan
      ekmeğin tılsımı değil derdim.
      Dünden kalmış atılacak ekmeğinki de değil…
      Yarının ekmeğinin sırrı gerek bana.
      O öpülesi ekmeğin.
      Çocukları kolundan tuttuğu gibi,
      baba ocağına geri gönderen
      ekmeğin gizi gerek bana!


        1999


        Toma Markov`a


      Biliyorum, bu bir düş.
      Biliyorum
      şimdi elimi kımıldatmalıyım.
      Uzaklaştırmalıyım onu. Yatıştırıcı bir şey
      içmeliyim sonra… Ancak

      yapamıyorum.
      Benim yerime
      gece lambası hareketleniyor.
      Şekil değiştirip
      bir uzay mekiği oluyor:
      küçücük insanlar
      iniyor içinden beni almaya,
      sanki
      onların sakinleştirici hapı da benim.

      Tümüyle değil tabi.
      Amacım,
      eksenim,
      arayışlarım,
      başına buyrukluğum-
      böyle şeylere gerek duymazlar.
      Onlar yüreğimdeki
      varsayımsal bir çekirdeği sökmek için geliyorlar.
      Parlak bilinç ambalajındaki
      o küçük ampülü.
      Altındaysa…
      Gizemli bir şey oluyor.
      Küçük insanlar kaçışıyorlar dehşetle.
      Uzay mekiği yerinde değil.
      Bir şapırtı duyuyorum… Aman Tanrım!-

      Bardağımdaki suyu içiyor kedi.
      Şükürler olsun, Mesih!
      Teşekkürler!
      Şimdi
      elimi kımıldatacağım.
      Hayaletler korkudan ölecek. Bense,
      sakinleştirici bulunmadığından,
      kendimden bir kesit yutacağım…

      -Sudan da içebilirsin, -diyor kedi-
      zira ben, senin yıllar önceki
      kedin Simo’nun anısıyım sadece.
      İnanmıyorsan,
      kuşkuların varsa
      Antoine’ı anımsa,
      Lavoisier’yi anımsa.
      Suyu nasıl incelediğini
      ve altın balık yerine
      nasıl o yasayı avladığını:
      hiçbir şey yoktan yaratılmaz,
      vardan da yok olmaz,
      ancak kütle
      şekil değiştirerek korunur…
      Sonra
      giyotini anımsa,
      Lavoisier’nin kellesini nasıl yitiridiğini.
      Adieu, mon cher! Adieu!
      Annen korkmamanı tembihledi sıkı sıkı.
      Yad ellerde ölmeyeceksin sen.
      Sudan ve şöhretten koru kendini.
      Şu korkunç şekil değiştiriciler zamanında,
      yasalara inat-
      yarat!


        2001


        Alexander Taylor’a


      Yabancı bir dilde şiir dinlemek
      gerçekten,
      gerçek olmayan olayları çağrıştırıyor,
      yaşam ötesi temasları ve:
      “Yo, bu değil!
      Hiç böyle bir şey değil… ” - demeye her an hazır
      sisin arkasındaki o görüntüyü
      çizmeyi anımsatır.

      Bizim semtte bir su borusu var,
      akıntılı ön bilisini
      şarkı olarak söyler rüzgara.
      Teneke tıngırtısı değil. Vınlama değil.
      Müzik.
      Ezgi.
      Yakarı.
      Peşine düştüğüm olmuştur
      büyüsünü çözmek isteğiyle
      gece yarılarında.
      Ancak derhal susuyor.
      “Korkma!-diyorum,
      Yaydığın çılgınlıklar umurumda değil,
      nasıl yaptığını söyle, yeter…”

      Laslo Nagy örneğin,
      Tanrı ona keyif ve sınırsız içki
      bahşettiğinde,
      Bulgar halk türküleri çeviriyordu.
      “Dilmano-Dilbero”* ve saire…
      O bunu
      “omzuma bir doğan kondu” olarak anlardı.
      Ve topal olduğu için yürüyemiyor,
      ekin ekip biçmekten ziyade
      uçması gerekiyordu.
      Çocukluğunda bir at tepmişti onu,
      ve o gün bugün öteki yaşlar
      yaklaşamıyorlardı yanına korkudan.
      O da büyük bir çocuk oluyordu!
      Sonra- kocaman bir çocuk!
      Sonra- kocamış bir çocuk!

      Hangi dilde konuşmuşuz
      bu denli uzun Laslo’yla,
      anımsamıyorum. Sonra
      o kanatlı at gelip uçurdu onu.

      Dün ise Manuel Muneus Hidalgo geldiler.
      Sonsuza dek bizim olan masa
      Kastilya nidalarıyla taştı.
      Kalakaldı kadehler boş bakışlarla,
      Manolo’nun sözlerinden:
      “Sizi, uyarmaya geldim
      bizim yapıldığımız kalıp kırılmış
      ve bundan böyle bizler gibisini
      yapmayacaklarmış.”

      Nesnelerle
      onların kırılgan dilinde konuşmalısın.
      Sanma sakın, senin dilini anladıklarını.
      Bir yolunu bulursan, belli et onları sınadığını
      nasıl sınanıyorsa bir istek, sıkıntı
      veya bir öğrenci. O zaman
      tüm çocuklar imlerle, dudak devinimleriyle
      kopya vermeye başlayacaktır.
      Bir tek imi yakalasan bile,
      önemli bir tutsak olur elinde-
      “Dil”, cephede söylenegeldiği gibi-
      hakikat belirtisidir,
      kanadın gökyüzünde bıraktığı
      izdüşüm gibidir.
      Hemen yola koyul! Ama unutma-
      yalandır ancak gerçeğe en uygun olan.

      Ve işte, köpeğimden öğrendiğim gibi,
      dişliyorum kendi tasmamı.
      Bu, çıkmak istiyorum, demek.
      Ve kendimi kendim yönettiğimi düşünmek.
      Politikacıların yağmaladıkları
      şairlerin salyayla ıslattıkları
      tümüyle muhbirlik kokan
      bu melun sözcüklerden çıkmak istiyorum.
      Sıyrılayım onlardan.
      Ve sözsüz, ve sessiz seveyim seni.
      Ve manyetik şiddet hatlarını atlayarak
      kırlarda koşmak isterim.
      Kutupları koklamak
      ve karıncaların
      semantik tohumlar taşımasını izleme de.
      Şarkı söyleyen haşereyi sevmez halk.
      Fabl karıncalarını tercih eder.
      Onlar da yol alıyor tenimde-
      semantik bir im bu dünya
      söylenemeyen, dile getirilemeyen.


        2003


      I.
      Bir ev buldum kendime,
      cihandan daha yaşlı.
      Ve derhal yetişti ustalar.
      “Aldığın-
      maliyetli bir dert-
      dediler.
      Yaşlılık onarılamaz aslında.
      İyisi mi
      şöyle sallandırıp yıkıvermek
      ve son önderlerimizin deyişiyle
      materyalle
      yeni, kökten yeni bir şey yaratmak.
      Yıkmakta kararlı görünmüyorsun,
      o nedenle- tadilat!”

      Düşüneyim –dedim.

      II.
      Gece boyunca yanıyor lamba.
      Oysa karanlıkta da düşünebilirim.
      Ancak günbatımının
      koynuma girişini,
      sabahleyin-
      parmak uçlarında çıkışını izlemeye
      bayılıyorum.
      Duymazlıktan gelerek.

      III.
      Bir fenere benziyor oda
      bense,
      olsa olsa
      tükenmeye yüz tutmuş fitiline.
      Işık külü.
      Gece yaratıkları çarpıp duruyor
      cam duvarlarıma.
      Devasa kelebekler uçuşmakta
      kan çanağı gibi kızarık gözleri var kanatlarında.
      Sen de farklı değilsin, diyorlar,
      ancak kanatların gözlerinde.

      IV.
      Kuşlar uyandırıyor beni seherde.
      Sessiz bir yazgı tıklatmakta
      o küçücük gagalar.
      Aslında kahvaltı etmekteler
      cama yapışıp kalan kelebeklerle.
      Sonra da uyarıyorlar:
      Ustalara dikkat et!
      Efsane var burada,
      ölü kervanın definesi
      bu evin temelinde gömülü,
      yoksa onarmaya can atarlar mıydı bu denli!

      V.
      Hangi iblistir ki
      bu dünyanın temelinde
      som mutluluktan bir gömü olduğu
      söylentisini yayan?!

      Sfenkslerden,
      kutsal kaselerden,
      dillenip konuşan yazıtlardan,
      simyacı büyülerinden söz etmiyorum…
      Ancak yine de
      sırlarla yüklü değil midir
      zaman kervanı?

      VI.
      Yalvarmaktan utanıyorum
      o nedenle size vasiyet ederim:
      dünyamızı onarmayı öneren ustalara
      çok, çok dikkat edin!


        2005


      Neredeyse Sizifos gibi
      ve tıpkı kendim gibi
      abanıyorum taşa.
      Bulut gibi yuvarlak.
      Kara yankı gibi karanlık.
      Öyle egemen sessizlik!
      Taşın altında Şer uyur
      kıvranmış kırkayak-
      başı martenitsalı* kırlant üstünde
      kara bir galaksidir.
      Beni bir gören olsa
      şaşırıp kalacaktır kuşkusuz.
      Cücenin beni övmesi için
      anlaşılır bir şey uydurmalıyım:
      -Pekala!
      Sen yine bizdensin…

      Zamanı altına sokmak için
      kaldırıyorum taşı-
      şu çaldığım zamanı.
      “Nerden çalınabilir ki zaman?”
      Yanıtım hazır - tabii ki kendimden -
      ancak kendimden.
      En kolayı düşünden.
      En zor kendi emeğinden.
      „ İyi de çalmana ne gerek?
      Hele ki kendinden...
      Hele ki zaman!“
      Aşka kendimden som olan bir şeyi
      armağan etmek için.
      “Ya o?”
      O böylesi kıymetli bir armağanı
      kabul edemezmiş.
      Borçlu kalmak istemiyor… Bağlanmak da…
      Ve saire…

      Zamanın kıymetini
      ayrılığın acısına göre biçerdim.
      “Vakit nakittir”
      benim için meşhur Franklin’in yaydığı
      bir deyişten öteye gitmez.
      Ancak herkesin böyle düşündüğünü öğrendiğimde,
      armağanıma bakınca–
      kurumuş bir çiçek demedi, unutulmuş, susuz,
      zamanı eski yerine çevirmeye karar verdim-
      kendime. O an gülümsedi çalınan zaman:
      “Her şey dönüşüm, dönüyor evlat,
      göçen kırlangıç,
      yolunu yitiren oğul,
      çalınan at,
      yitik umut…
      Her şey dönüyor evlat, ancak zaman
      ancak zaman
      dönmüyor hiçbir zaman!”

      Ve bak
      akıllı metal aygıt
      arşınlıyor Mars çölünü.
      Su aramakta.
      O denli susuz değilim.
      Ama ben de
      bir şey aramaktayım.
      Uygun bir yer.
      Ve bir gözümle ne yapıyor diye bakıyorum
      Ona, şu metal olana.
      Orada herşey taş.
      Birini bile kaldırmak gelmiyor aklına? Niçin?
      Ya o taşın da altından
      bir martenitsa parlayıverirse ne olacak?
      Ne mi?
      Kendi kenime diyeceğim:

      İşte burası çok uygun
      gözlerimi yummam için.


        2005


      Zaman ve biz birlikte
      uçarken
      göz göze gelmemeyi
      kararlaştırdık günbatımıyla.

      Kadın ressamla anlaştık-
      o sağırlaşacak,
      bense körleşeceğim.
      Böylece sonunda
      aynı şeyi yapıyor olacağız belki.
      Tıpkı kanıtlanmadan inanılan
      aşk aksiyomlarında olduğu gibi.

      O nedenle öpüyorum seni, yaklaşan gökyüzü.
      Sizi de yaşı küçük,
      perspektiften beti benzi solmuş yeni ufuklar.

      Ben de sıkılıyordum
      annem beni yitirdiğini duyumsayarak
      insan içinde çekip öptüğünde.

      Bu gibi duygulara,
      yerli yerindeki sıhhate,
      kazanılmamış gerçeğe
      metelik vermez gençlik.
      Gençlik kurguyu
      ve aşkı yeğler.

      İşte pembe bir buğu içinde,
      Efes’in pek güzel kurgulanmış limanı-
      ıssız mı ıssız…
      Denizciler genelevinde.
      Atıp tutmakta pazarda tacirler.
      Politikacılar da tartışıyor cümleten
      bu gece yarısı şöleninde.

      Ancak alçalıyor kırlangıçlar gitgide,
      bu fırtına geliyor,
      kırık dallar,
      dağılacak yuvalar, dağılacak dünyalar demek.
      Efes’ten İskenderiye’ye dek
      e-e-e… elma.
      Yasak elmanın kavgası.

      Neler mırıldanıyorsun, ihtiyar?
      Gözlerin niye böyle?
      Niçin bağışlamış ki seni İkinci Vasiliyus?
      Tam da seni?
      Bak göğü sırtlamış dağ,
      yararlı bir iş.
      Niye onun gözleri yok da,
      senin var gene?

      Dağın gölleri olduğunu söyleyerek
      itiraz edecek oluyorum.

      Aman ne kadar özgün!
      İster misin gözleri göle dönüştürelim
      ve bunlardan acı çavlanlar, dereler aksın.
      O zaman sorarım sana:
      Ne görüyorsun? Ha?
      Görüyorum.
      Çölü görüyorum,
      küresel ve vaat edilmiş.
      Ama o çocukların ne işi var orada,
      İsrailoğullarının, tanrının seçtiği?

      Mabetsiz bir duvar yapıyoruz,
      sonsuz bir duvar,
      yeni ağlama duvarı.
      Yeni iniltiler için…

      Bu görünür dünyaya veda etmeyin, gözler,
      bu euklidessiz boşluğa da!
      Çünkü
      duvar taşları arasına sıkışmış
      bir mektup gibi duyumsuyorum
      kendimi.
      Veda etmeyin, gözler!
      Çünkü niceden yazılmışım
      ama okunmadım
      bir kere olsun.


        2005



      Previous Next


      Published online by Scotus Press, Dublin - www.scotuspress.com info@scotuspress.com
      Copyright © Lyubomir Levchev, 2018.
      Copyright of translations rests with the translators, who can be contacted through Scotus Press